Türkiye'de yeni rejim arayışları: Ademi merkeziyetçilik!

Son dönem Türkiye gündemlerinin büyükçe bir kısmını iki kapsamda bir araya getirmek mümkün: 

1) Erdoğan ve Ak Parti'nin iktidarı, bir yandan büyükşehirler ve illerde yerel yönetimlerin el değiştirmesiyle, bir yandan da Kemal Kılıçdaoğlu ve Meral Akşener gibi muhalefet liderlerinin örneğin Kanal İstanbul projesiyle ilgili kredi verebilecek dış kaynaklara "ödemeyiz" çıkışlarıyla ve gene Kılıçdaroğlu'nun bürokrasiye doğrudan seslenerek "attığınız imzalara dikkat edin" demesi gibi örneklerle siyasal yönlendiricilik kapasitesinin iktidar partileri aleyhine genişlemesiyle adım adım sona eriyor.

2) İktidarın el değiştirmeye başlaması ve bu noktada muhalefetin kısmen bütüncül hareketi -ki bütüncüllüğün müştereği "Erdoğan rejiminin" tasfiyesi- yeni siyasal ve idari düzenin nasıl olması gerektiği tartışmalarını da gündeme taşımakta.

İşte bu tartışmalar içerisinde değerlendirilebilecek bir rapor okudum. Hakikat Hafıza Adalet Merkezi tarafından yayınlanan Cuma Çiçek'in kaleme aldığı "Kürt Meselesi Bağlamında Güç Paylaşımı ve Ademi Merkeziyet" başlıklı rapor, her ne kadar Kürt sorunu etrafında kaleme alınmış ve medyada da aynı bağlamda yer bulmuş olsa da -ki bu bağlamın önemini çok önemsiyorum- ademi merkeziyet kısmının ayrı bir ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum, çünkü -tıpkı liberalizm gibi- ademi merkeziyet kavramı da devlet mekanizması içerisinde ve ana siyasal kültürlerde neredeyse bir tür "küfür" gibi karşılanır. Oysaki "Ademi merkeziyet, kararların hangi ölçeklerde alındığı ya da merkezi ve yerel/bölgesel otoriteler arasındaki yetki dağılımından öteye bir dönüşümü ifade eder (Hutchroft 2001). Bütüncül ve kapsayıcı bir çerçeve için ademi merkeziyet meselesi, merkezyerel ilişkisinden öteye güç ilişkileri, yasama ve yargının durumu, seçim sistemi, siyasi partiler sistemi gibi birçok boyutu içerecek şekilde geniş bir kapsamda ele alınmalıdır (Bulpitt 1972, 299; Fesler 1965; Hutchroft 2001, 536–66; Appleby 1945, 43–51). Bu konuda ilk başvurabileceğimiz ayrım, çoğunlukçu ve mutabakatçı demokrasi modelleridir. Çoğunlukçu demokrasi oybirliği, rekabet ve çekişme gibi değerlere dayanırken “müzakereci demokrasi” (negotiation democracy) (Kaiser 1997) olarak da adlandırılan mutabakatçı demokrasi kapsayıcılık, pazarlık ve uzlaşı gibi değerleri yüceltir. Ademi merkeziyet açısından değerlendirildiğinde, çoğunlukçu demokrasi modelleri politik gücü çoğunluğun elinde merkezileştirirken mutabakatçı demokrasi modelleri politik gücü paylaşmaya, dağıtmaya ve sınırlandırmaya çalışır. Lijphart’ın çalışmasının ortaya koyduğu üzere mutabakatçı demokrasi, çoğunlukçu demokrasiye göre açık bir şekilde daha demokratik bir karaktere sahiptir ve temsil gücü fazladır. Ayrıca, yönetsel performans açısından az da olsa daha başarılıdır (Lijphart 2012, 1–2; 255–94)."

Ademi merkeziyet kavramına dönük bu şüpheciliğin tarihsel bir arka planı var elbette. Ama hele ki içinde bulunduğumuz zamanlarda her şey olağanüstü hızlı gelişirken ve iyi organize edilmiş/oturmuş merkezi yönetimler bile bu hıza ayak uydurmakta zorlanırken, neredeyse kişisel denecek oranda aşırı merkezi bir yönetime dönüşmüş mevcut realitenin ekonomik ve toplumsal maliyeti bir yana, ademi merkeziyeti oldukça iyi uygulayan -ve üniter yapılı- örneklere de bakmak gerekir: "Ispanya ve Italya gibi Avrupa ülkelerinde bölgeselleşme ve ademi merkeziyet tartışmaları, belirli bölgesel toplulukların tarihsel olarak süregelen kültürel ve politik taleplerini düzenlemek üzere gündeme geldi. Devlet örgütlenmesinin bölgesel otonomi temelinde yeniden yapılanması, bölgelerin güçlenmesi ve kalkınmasını da sağladı (Colino ve del Pino 2012, 380; Piattoni ve Brunazzo 2012, 344–45). Italya ve Ispanya’dan farklı olarak, Fransa’da bölgesel ademi merkeziyet, esas olarak bölgesel kalkınma tartışmaları etrafında gündeme geldi. Paris ile ülkenin geri kalan bölgeleri arasındaki gelişim eşitsizliğini gidermek, 1960’lı yılların sonlarına kadar sürecek bölgeselleşme dalgasının asıl dinamiğini oluşturdu. Fransız Sosyalist Partisi, 1982 yılında, ademi merkeziyet reformuna öncülük etti ve ademi merkeziyet, 2003-2004 yılında yapılan reformlarla anayasal bir çerçeveye kavuştu. Fransa’da bölgeler, esas olarak kalkınma ve dengeli bölgesel gelişme tartışmaları içerisinde, “işlevsel bir vizyonla” ortaya çıktı ve gelişti. Bugün, “bölgeler, genellikle normlar ve politikalar dayatan siyasi bir seviyeden çok, bir koordinasyon seviyesi(ni)” oluşturuyor (Pasquier 2009, 39–44; 50)."  

" Birçok devletin “yetki devri ve güç paylaşımı merkezkaç güçleri besler” kabulüne ve bu kabule dayalı uygulamalarına rağmen, etno-milliyetçi çatışmalarla ilgili yapılan araştırmalar, ulusal azınlıkların özyönetim haklarını reddetme veya iptal etmenin çatışmaları artırdığını, buna karşın özyönetim düzenlemelerinin şiddet içeren çatışma olasılığını azalttığını gösteriyor (Gurr 1993; Hannum 1990; Lapidoth 1996; Horowitz 1991, 224; Hislope 1998)."

İktidardaki siyasetçilerin "kısa zamanda bir şeyler yapabilme" siyasal ihtiyaçlarıyla da beslenebilen popülist yaklaşımlar içerisine girmesi her an olası. Bu bir ilin ya da bölgenin seçilmiş siyasetçisi için olduğu kadar doğrudan merkezi yönetimin yürütmesindeki siyasetçi için de böyle olabiliyor ama etkileri ve sonuçları oldukça farklı da olabiliyor. "Mevcut durumda il ve bölgelerin kaynakları Istanbul, Ankara, Izmir, Antalya ile Adana-Mersin il ve etki alanlarındaki bölgelere aktarılıyor (Keyman vd. 2017, 21–23; O. Işık 1995). 1980 sonrasında bu odaklara Eskişehir, Kayseri, Konya, Gaziantep gibi iller eklense de (Keyman vd. 2017, 195–203) eşitsiz mekânsal gelişim, kapsayıcı bir gelişmeyi engelliyor ve ülkenin geri kalan bölgelerindeki kaynakların yeterince değerlendirilmemesine neden oluyor." Ve bunun sonucu da şöyle yansıyor: "Nitekim, hiçbir gelişmiş Batı toplumunda görülmeyen bir tarzda, Türkiye’de 1975 yılından bu yana otuz milyonu aşkın kişi, daha iyi bir hayat için, yaşadığı yerden çoğunluğu metropol kentler olmak üzere, başka bir mekâna taşındı. Bu, toplam nüfusun %40’ının, yetişkin nüfusun ise yarısından fazlasının göç ettiğini gösteriyor (Ağırdır 2020, 274–78)."

Raporda katıldığım ve katılmadığım yerler var ama Türkiye'nin "aşırı merkezileşmiş, demokrasiyi sadece seçimden seçime seçme hakkına indirgeyen, çoğunlukçuluğu yücelten, popülist" yönetimler elinde artık bir yere varamayacağını, bunun için çok fazla "şanslı" olması gerekeceğini düşünüyorum. Bunun yerine kurumlarını iyi oluşturmuş, katılımcı, hukuka değer veren ve değişimlere açık yönetimlere ihtiyacımız var. (Daron Acemoğlu'da aşağı yukarı böyle tarif ediyor.) Bu yüzden bu ve benzeri çalışmaların çoğalmasının ve önyargısız değerlendirilmesinin önemli olduğuna inanıyorum.

Rapora buradan ulaşabilirsiniz. 




Yorum Gönder

0 Yorumlar