Darbe Direniş ve Sonrası

Ülkeleri ve bazen de yerkürenin tümünü etkileyen krizlerin tamamı ekonomik kökenlidir ve etkileri ve yansıması da siyasal olur.

Bizdeki son gelişmelere de bu gözle bakarsak, onbeş yıla yakın bir süredir iktidarda olan bu süre zarfında devlet mekanizması üzerinde ciddi nüfuz kurmuş olan Ak Parti, yakın zamana dek birlikte hareket ettiği inanç eksenli siyasal bir grupla, o siyasal grubun devlet içindeki nüfuzu kendi çıkarına kullanmak istemesi nedeniyle bir çatışmaya girişti ve çatışma, o siyasal grubun darbe yapmaya kalkışmasına kadar ilerledi.

İktidar partisinin, iş buraya varana kadar ki yaklaşımı detaylı bir eleştiriyi hakediyor elbette ama objektif olabilmek adına, şunu unutmadan yapmalı bunu:

Bu topraklarda devlet mekanizması (bürokrasi), hiçbir zaman hizmet amaçlı bir organizasyon olmadı. Aksine hep hegemonik/belirleyici bir güç olarak gördü kendisini ve tüm davranış reflekslerini de yönetme üzerine geliştirdi.

Ak Parti’nin hjükümet olduğu andan itibaren karşılaştığı “devlet”, refleksif olarak seçimle gelmiş hükümeti yönetmeye/hizaya sokmaya çalışan, olmazsa da oradan atmaya çalışan bir “devletti”.

Hükümetin yanıtı da buna benzer biçimde oldu, atılmamak için tutunabildiği kadar sıkı tutunmaya çalıştı, bunun için bulduğuna inandığı her imkân ve fırsatı ve “devlet” içinde yakın olabileceği her kesimi değerlendirdi ve şurası kesin ki böyle yapması Ak Parti’nin “koparılmadan” iktidarda kalmasını da sağladı.

Kendini “hizmet” hareketi olarak tanımlayan (ve bugüne dek yaptığı açıklamalarda siyasetle çok fazla uğraşmadığını iddia eden) hareketin, Ak Parti kadrolarıyla birlikte yer tuttuğu devlet mekanizması içerisinde kendi siyasal gündemini takip ediyor olması ve üstelik bunu iktidardaki partinin politikalarıyla çelişme pahasına yapması, bildik çatışmayı ortaya çıkardı ve o çatışma darbe girişimine kadar geldi.

Bu arada bence ortaya çıkan iki durum var: Birincisi, hizmet hareketi anlayış olarak halk içerisinde yayılmaktan çok devlet içerisinde kadrolaşmayı önemsemiş, bu haliyle geleneksel “yöneten” seçkinci devlet anlayışına daha yakın.

İkincisi, darbe girişiminin duyulmasıyla beraber sokağa çıkan ağırlıklı muhafazakâr kesimin devlet algısında ciddi bir değişim olduğu ortaya çıktı. Bu kesim bir yandan “vatan/devlet” kutsallığını dillendirmeye devam ederken, öte yandan devlet mekanizmasının “yöneten/seçkinci” olmasına karşı yüksek sesli bir itirazı” ve “kendisinden olan ve kendisine hizmet eden” devletten yana bir duruşu ortaya koymuş oldu. Bunun önemli bir kırılma olduğunu düşünüyorum. (Ve özellikle bu mahallenin içerisindeki farklı bakış ve seslerin hayatın daha hızlı aktığı şu anlarda daha bir sesli dillendirileceğini ve genelleme hatasına düşmezsek bunun geleceğin şekillenmesinde ciddi rol oynayacağını düşünüyorum.)

İşler içeride böyleyken, dışarda da çok iyi gittiği söylenemez. Baktığımızda, ekonomik sorunlarını bir türlü yoluna koyamayan AB, Suriyeli mültecilerden “korunmak” için üye ülkelerin milliyetçilerinin elleriyle kendini, kendi sınırları içine kapata kapata, sonunda İngilizlere Brexit dedirtti ve aynı anda okyanus ötesinde ABD’de Trump’ın sesiyle kendi içine kapanmayı tartışmakta. Ortadoğu’nun “sakin” kraliyeti Suudi Arabistan, krallığını borçlu olduğu petrolün değeri düştükçe bir yandan ekonomisini çeşitlendirmenin, öte yandan da çeşitlendireceği ekonomisi için kendi pazarını yaratmanın peşinde ve bunun için yarımadanın orasına burasına askeri müdahaleler yapmayı da bir yöntem olarak benimsemiş görünüyor. Uzak Doğu’da on yıldır çevirdiği ihracat odaklı büyüme çarkı yavaşlayınca yerine iç tüketime dayalı büyümeyi geçirmeye çalışan Çin’de, artan iç borç oranının acısını Çin Denizindeki ticaret geçiş yolları üzerindeki tartışmalı adalara dair iddialarını daha bir yüksek perdeden seslendirerek ve herhalde geleceğin ekonomik hegemonya kapışmasına hazırlanmak için Afrika’da kurmaya başladığı askeri üslerle çıkarmaya çalışıyor.

Ülkelerin bu çabalarını “haklı!” çıkarırcasına yürümeye başlamış olan (şimdilik alttan alttan ama gitgide daha sesli olacağını düşünüyorum), paranın değeri aslında ne olmalı, nasıl belirlenmeli, (belki gene altına mı?) çıpalasakta mı değerlesek vs. tartışmalarını da bir kenara not edelim.

Şimdi yazının ilk cümlesine dönersek; suların bir türlü durulmadığı siyasal “egemenlik” kavgalarından yapmaya bir türlü vakit kalmayan yapısal reformların yokluğu ve ülkenin etrafında da bir türlü sönememiş yangınlar, uluslararası dolaşımdaki para azaldıkça tedirginliği zaten artan yatırımcının ürkekliğini daha da bir artırmakta. Türkiye’nin notunu düşürüp düşürmeme üzerine çalışacağını açıklayan Moody’s’ in Siyasal Riskler Yönetici Direktörü Yves Lemay 19 Temmuz’da BloombergHT’ye “benim kanaatimce piyasalarda gördüğümüz ve araştırmada da baktığımız şey, siyasi risklerin bir süre yüksek seviye seyrediyor ve seyredecek olması. Sadece darbeden bahsetmiyorum, geçtiğimiz iki yıla baktığımızda, yapılan seçimlerin sayısı, Kürt hareketiyle ilgili huzursuzluklar, Suriye’deki Irak’taki çatışmalar” diyerek  ve “bu ülke yoğun bir şekilde yabancı yatırımcılara dayanıyor” realitesini de hatırlatarak, dışarıdan bakışı özetliyordu. Peşinden de S&P, Türkiye’nin notunu indirdi malum.

Kısaca, darbenin ve darbeye direnişin açığa çıkardığı yeni toplumsallık işaretlerinin, bundan sonraki süreç daha da demokratik bir ülkeye evrilirse, bu evrilmeyi taşıyacak yeni dinamiklere dönüşmesi mümkün görünüyor. Ama böyle değil de daha otokratik bir yöne dönülürse, bundan sonraki kırılmanın daha büyük gerilimleri doğurması da mümkün.

Umalım da öyle olmasın.

Yorum Gönder

0 Yorumlar