Geçmişin kafasıyla geleceğin toplumu! Korkmalı mıyız?

Topluluk halinde yaşamayı seçmek yanında kimi kuralları getiriyor, biz bunlara bugün genel anlamda “hukuk” diyoruz. Topluluk içerisinde birisi bir başkasıyla ya da topluluğun genel kurumlarıyla bir çelişki ya da bir çıkar çatışması yaşarsa bunu çözmek için ne yapmak gerektiğini geçerli olan hukukun içerisinde arıyoruz.

Hukuk kuralları da “ister yazılı olsun ister yazısız”, toplumun şekilleniş tarihinden/biçiminden etkilenerek ortaya çıkıyorlar ama geçerli hukuk kuralı olarak kayda geçirilişlerinde ya da uygulamasında halen sürmekte olan kurumsal işleyiş yapısı belirleyici olabiliyor. Örneğin hatırladığım yıllar önce yapılmış bir ankete cevap veren hakimler, bireyle devlet arasında bir dava olduğunda önceliği devlete verdiklerini söylemişlerdi.

Topluluk olmanın farklı biçim ve itkileri var. Halen dünya üstünde varolan en başat topluluk biçimi devletler. Devletler hali hazırda, dünya coğrafyası üzerinde sınırları belirlenmiş alanlar üzerinde yer alıyorlar ve bu durum her topluluk için, geçerli hukukun da sınırlarını belirliyor. Bu haliyle devletten devlete farklılık gösterebiliyor.

Devlet sınırları içerisinde varolan, üstte devletin tümünde geçerli hukuka tabi ama kendi içinde de bir takım işleyiş kuralları olan ve birbirinden farklı aidiyetlerle oluşmuş  (örn. İnanç, ideoloji, etnik, yerel vs.) daha küçük topluluklarda olabiliyor.

Topluluk, bir varolma biçimi. Bireyler en çok, birey olarak baş edemeyecekleri tehlikelerden kaçınmak ve yaşam kalitelerini “görece” yükseltebilmek için topluluklar içerisinde yer almayı arzu ederler. Bu haliyle topluluk, bir karşılıklılık temellidir. Özünde toplumun her bireyi, kendi çabasının en azından bir kısmından toplumun diğer bireylerinin de faydalanmasına razı olur ve bunun karşılığında beklediği de kendisinin de diğer bireylerin çabalarından faydalanabilmesidir. Bunun bir işbölümüne dönüşmüş hali devletleri ve devlet benzeri kurumsallaşmış toplumları yaratır.

Topluluk ne kadar büyürse büyüsün, vareden temel faktör halihazırda budur ama nicel büyümenin sonucu olarak yaşanan -artık her birey diğer tüm bireylerin katkısını tek tek takip edemeyeceğinden- her bireyin “çabasının” sonucunu kaydi ve görsel olarak görebilmek olmuş, yani mülkiyet sahipliği. Örneğin antik Roma’da mülkiyeti olanlar vatandaş kabul edilip senato seçimlerinde oy kullanabilirken, mülkiyeti olmayan ya da bir nedenle  iflas edip mülkiyetini yitirenler beraberinde vatandaşlık haklarını da yitirip köle statüsüne düşmüşler.

O zamandan bu zamana bir mesafe katetmişiz. Şimdi ille de mülkiyet sahibi olmamız gerekmiyor. Kayıtlı bir işimizin, gelirimizin olması, vergi veriyor olmamız, makbul vatandaş sayılmamız için “kısmen” yeterli. Bunlara da sahip değilsek, hiç gelirimiz yoksa, sokakta yaşıyorsak, gene bir takım haklarımız “en azından üst hukukta” var ama uygulamada ne kadar eşitiz sorusuna verecek çok da tatmin edici bir yanıtımız yok. Sonuçta hukuku uygulayanlarda toplumun bireylerinin bir kısmı ve toplumun genel yargılarını “çoğu zaman” taşıyorlar maalesef.

Örneğin sokakta yaşayan (hatta bir bağımlı) tarafından taciz, tehdit, darp, gasp edildiğini söylese biri, genelde haklı olduğunu düşünürüz, hırsızlık yaptığı söylenen kişi toplumun kenarına itilmiş farklı etnik kökenden biriyse ya da bir mülteciyse, neredeyse sorgulamaksızın inanırız. Adam kadına şiddet uyguluyorsa, “ne hakkın var bunu yapmaya” demeyiz, “vardır bir sebebi” diye düşünürüz. Çünkü en temelde, “hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eden yaratıklarız ve bu kişilerin bizim hayatta kalmamıza ya da yaşam kalitemize bir faydalarının olmadığını biliriz!”

Toplumsal gelişimin kendisini “haklı” ya da “haksız” diye nitelemenin sosyolojik açıdan bir anlamı yok. “Böyle olmuş, çünkü başka türlü olamamış!”. Ama günümüzde herşeyin farklılaşabileceğine dair emareler ve toplumsal yapıştırıcılarımızı bir kez daha düşünmemizi gerektirecek kadar hızlı teknolojik gelişmeler söz konusu. Bugün gelişmiş ülkelerde ki evsizlerin sayısı, rahatlıkla körfez ülkelerinin nüfusuyla yarışacak kadar çok. Ve bugün teknolojinin, bugün varolan ve insanların yaptığı pek çok iş türünü yakın bir zamanda insansız da yapılabilecek hale getireceğinden bahsediyoruz.

Peki, o zaman ne olacak? Temel yapıştırıcı olarak “karşılıklı çıkarı” almış olan toplum, mantalitesini değiştirmezse muhtemelen “sorunlu” bir geleceğimiz olacak. Belki muazzam iç çatışmalar çıkacak… (Silahların bugün bile sahip olduğu ateşgücü ile örneğin Amerika’nın Irak’ı işgaliyle gündemimize giren ve sonra da etnik ya da ideoloji temelli çatışmalar nedeniyle bir daha da çıkmayan asimetrik savaş kavramıyla birlikte düşünün bunu, ne kadar yıkıcı olabileceğini anlayabilmek için!). Belki (şimdiki devletlerin yerine) şirketler, işgüç sahibi çalışanlarıyla birlikte dünya coğrafyası üzerinde alanlar tutup etrafını yüksek korunaklı duvarlarla çevirecekler (Filistinlilere karşı Batı Şeria’da, mültecilere karşı Yunanistan’da… Trump bir tane de Meksika sınırına dikmekten bahsediyor…) ve o duvarların içinde de çipli ya da DNA kontrollü kimlik kartlarıyla dolaşan “mutlu/mesut” insanlar…

İngiltere’de, sanayi devriminin başlangıcında ortaya çıkan makine kırıcılarının çok daha yıkıcı olanları geri gelir mi? Ya da daha dramatik, hem gelişmenin gerisinde kalmış devletlerde, hem de gelişmenin gerisinde kalmış ülkelerden insanların gelip işlerini ellerinden almasından korkan “gelişmiş” ülkelerde o korkular seçimlerde nerelere varabilir, nasıl yönetim sistemleri, rejimleri “yeniden” ortaya çıkarabilir?

Foucault, hapishane, hastane ve okul üçlüsünün toplumun bireyleri, kendine uygun hale getirmek, getiremezse de toplumdan yalıtmak için kullandığını söyler. Ama yalıtamayacak kadar çok olursa?

Galiba bu kadar çok “devlet”, artık dünyaya fazla geliyor! Ve şu temel toplum yapıştırıcımızın artık ne kadar işlevsel olabileceğini bir kez daha düşünmemiz gerekiyor!

Yorum Gönder

0 Yorumlar