Eksik olan!...

Kazanma arzusunun belki de temel belirleyeni, “eksiklik” hissi. Çok bilinen fıkrada ki gibi Napolyonvari bir tespit olabilir bu, hani İsveçli komutan demiş ya Napolyon’a, “biz şerefimiz için savaşırız ama siz para için savaşıyorsunuz!” diye, o da reddetmemiş bunu, “herkes kendinde eksik olan için savaşır sonuçta” diyerek.

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağının yani temel ihtiyaçlarımızın belirleyeni hayatta kalma içgüdümüz, Freud buna bir de türü devam ettirmeyi eklemiş psikanalizi kurarken. Ama piramidin ilk basamağından üst basamaklara doğru tırmanmaya başladığımızda eksiklik hissiyatımızın belirleyeni içgüdüsel olmaktan çıkıp kültürel olana doğru genişliyor.

Kültürel olan, içinde yaşadığımız toplumun yeşerttiği yaşam/ilişki biçimleri. “İçinde yaşadığımız toplum” sınırları ise artık belirsiz. Önceden bunun coğrafik/siyasal karşılıkları vardı. Halâ da var ama belirleyen olma etkisi eskisi kadar mutlaka yakın güçte değil. Yaşam biçimi tercihi, gitgide daha baskın oluyor bu anlamda. İletişimin ve haberdar olmanın neredeyse sonsuz imkânlı olduğu zamanımızda, yaşam biçimimize uymayan ikametgâhımızın etrafındaki yerleşiklerden çok dünyanın öte ucundakilere daha yakın hissedebiliyoruz kendimizi.

Bizde adet bütün Avrupa toplumlarını Avrupalı/batılı olarak görmektir, aslında Avrupalı deyip genelleştirdiklerimizin birçok farklı kültürel özelliği olan pek çok toplum olduğunu pek aklımıza getirmeyiz. Benzer mantığı kendi içimizde de kurarız, bir kısmımız diğerini batı özentili olarak görür, bir kısmımız da “ötekini” (orta)doğulu…

Tesadüfen bir arada bulunmakta olan insan topluluğunu anlamlandırmak zor olacağından, geçmişi ululama üzerinden bir toplum kimliği yaratmayı tercih edegelmiş insan. Bu halâ baskın kültür olarak devam ediyor ama baskınlığı zamanla azalıyor da… Gelenekselciler bu yüzden korku içindeler, habire bize bizden başka herkesin düşman olacağını (neredeyse düşman olmaktan başka bir şansları yokmuşçasına) anlatıp duruyor, geçmişi anmanın ritüellerinden ibaret geleneklerimize sahip çıkmamız gerektiğini bir an için bile dillerinden düşürmüyorlar. (Türkiye analizi yapmıyorum, bizim için Avrupa/batının bir parçasından ibaret Fransa’nın siyasal elitleri de örneğin, bunu dilinden düşürmüyor). 

Aslında kimse bir diğerine benzemiyor ya da dünya kültürel bir tektipliğe ilerlemiyor. Olan sadece şu; eski olan değişiyor, yenisi geliyor. Eski olan giderken yanında eski olanla anlamlanmış toplumsal kimliği de götürüyor, yeni toplumsal kimliklerin nüveleri daha görünür oluyor.

Sonunda olacak olansa; olamayacak olanlar sahneden çekildikten sonra geriye ne kalırsa, o olacak!

Yorum Gönder

0 Yorumlar