Ak Parti öncesine kadar Türkiye’de merkez sağ partilerin alamet-i farikası, pragmatizmleriydi. Bu sayede hem modernizme ve gelişmeye açık hem de “geleneğe saygılı” bir sunum yapabiliyorlardı. Merkez sağda sayılmayan İslamcı Refah ile aşırı sağcı ve ırkçı MHP’yle de dönem dönem paslaşmışlıkları olabiliyordu.
Büyü ilkin 28 Şubat’ta bozuldu. İslamcı Refah’ın seçimlerden birinci parti çıkması ve DYP ile koalisyonla da olsa kurabildiği hükümete karşı TSK post-modern darbeye girişince, Demirel başta merkez sağın geleneksel liderleri her zamanki pragmatizmleriyle ordunun yanında saf tuttular. Bu sayede de “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dediği söylenen Menderes ve Demokrat Parti çizgisinden, “kahrolsun irtica” temalı Jakoben laik çizgiye, -liderlik düzeyinde ama örgütsel yapı ve tabanın bir kısmının da desteğini alarak- kaymış oldular.
Sağın tamamını etkileyen bu yarılma, sallantılı ekonomik faktörlerle ve liderlerin artık çuvala sığmayan yozlaşmışlıklarıyla (Çiller ve Yılmaz’ın birbirini aklaması gibi) beraber, merkez sağın çöküşünü getirdi. Çöküşün yarattığı boşluktan giren ise Milli Görüş’ün “reddiyeci” çocuğu Ak Parti oldu.
Erdoğan ve Ak Parti, bir ideolojinin ve siyasal düşüncenin neferi ve siyasal örgütü hiç olmadılar. En baştan hedefleri –nasıl olursa olsun- iktidar olmaktı. Bu yüzden en baştan itibaren kimi zaman dengeleri gözeten, fırsat bulunca da o dengeyi kendi lehine tereddütsüz bozan ve yeniden kuran olmakta bir beis görmediler. Baştan itibaren popülisttiler ve bunu ifade ettikleri slogan da “milletin sözü, milletin iktidarı” oldu ama “nasıl bir iktidar?” sorusunu pek de konu etmediler. Cumhuriyetin –kuruluşundan gelen- “özde vatandaşlarla” sınırlı meritokratik yapısıyla mücadele ederken hem İslamcı tarikatlardan liberal demokratlara uzanan genişlikte kesimlerle yan yana gelmekte bir sakınca görmezlerken, devletin geleneksel dolgusu boşaldıkça ve o boşluğu da kendileri doldurdukça, bu kez iktidarı önce sadece kendileri için ve gitgide de Erdoğan, sadece kendi için –kendini her daim merkez odak noktası olarak konumlandırarak- tarifler oldu.
“Popülist senaryo, bütün kıtalarda şöyledir. ‘Halkın’ çoğunluğunu oluşturan, en ‘tipik olarak buradan olan’, otantik sesi duyulmayan ve gerçek çıkarları korunmayan bir halk (bireyler) mevcuttur. ‘Halk’ ile çatışma içinde olan kötü, hınç duyulan bir (en büyük nefretin nesnesi ve zorunlu olarak seçkin olmayan) azınlıktan, düşman (ve çok güçlü) küresel/uluslararası güçlerden ve bu azınlık çizgisinde bir hükümetten oluşan üçlü bir koalisyon ile yüzleşilmektedir.”[1]
“Sesi duyulmayan çoğunluğun (Ak Parti söyleminde ‘milletin’)” temsilciliğine talip olan –ve o temsilciliği de iktidar olma amacına katalizör kılan- Erdoğan ve Ak Parti’nin, AB hedefleri yerine, Orta Doğunun neo Osmanlı hegemonu olmaya –ve Putin çizgisine- yönelmesi, geniş anlamda iktidar bloğu[2], dar anlamda doğrudan teşkilat içi[3]bir dizi çatışma ve tasfiyelerle birlikte gerçekleşti. Siyasal söylemin en tepesinde “mili irade” olunca da, doğrudan ve örgütsüzde olsa “halk”a yaslanmak suretiyle de mesafe alınabildi.
“Popülizmde, kurumsallaşma sıklıkla mevcut değildir (Levitsk, 1998) ancak örgüt genellikle mevcuttur. Tekil bir lidere dayanan şahsileşmiş yönetim ve çok etkili bir kitle örgütüne dayanan sayılar bir arada olabilir. Nihayetinde, faşizm tam da buydu.”[4]
“Son olarak da sayılara dayanan iktidar kapasitesinin geçici olmak zorunda olması ve dolayısıyla popülizmin ‘ya başarısız olması ya da eğer başarılı olursa, kendisini aşarak ‘formel’ olarak kurumsallaşmış bir yönetime dönüşmesi için bir neden yoktur (2001:14)”[5], hatta ve muhtemelen tam tersi olur. Çünkü “milli irade”nin “tecellisiyle”, “millet” ile devletin özdeşleştirilmesini getiren her seçimle birlikte, (halkın onayını almış “seçilmiş” kişiler, sadece siyasi anlamda değil daha geniş bir çerçevede seçilmiş varsayıldıklarından[6]), milli iradenin “seçilmişleri” bu söylem aracılığıyla “kutsallaştığı” ölçüde, ötekileşen “diğerleri”de düşmanlaştırılmaktadır. Sonuçta da “seçilmiş” temsilcinin liderliğinde, hem iç hem de dış düşmana karşı bir “beka savaşına” dönüşür her şey. Buradaki püf nokta, milli irade retoriğinin temsil edilenden ziyade temsilciyi güçlendiren bir etki ortaya koyması ya da zaten bunun için ortaya sürülüyor olmasıdır.
Tüm söylemin “milli irade” şemsiyesi altında sunuluyor olmasının bir başka pratik sonucu daha vardır. O da milli iradenin “yanılmazlığı”dır. Bunun Erdoğan ve Ak Parti’deki karşılığı, milli iradenin “vücut bulmuş” temsilcisinin de yanılmazlığı ya da yanılmasının kusur oluşturmamasıdır. Bu “kusursuzluk” halinin varabileceği duraklardan birisi de, milli iradeye sahip olan “milletin” kimlerden müteşekkil olacağına “karar vermek” olabilir –ki bu yönde de adımlar var maalesef.
[1] Popülizm: Sosyo-kültürel bir yaklaşım, Pierre Ostiguy, Birikim 348
[2] En görünen olanı Fethullah Gülen hareketiyle yaşananlar
[3] Abdullah Gül, Bülent Arınç vs. Ak Parti’nin kurucu kadrosunun tasfiyesi
[4] Popülizm: Sosyo-kültürel bir yaklaşım, Pierre Ostiguy, Birikim 348
[5] Popülizm: Sosyo-kültürel bir yaklaşım, Pierre Ostiguy, Birikim 348
[6] 16 Nisan referandumunun birinci yılında bir değerlendirme, İsmet Parlak-Yavuz Yıldırım, Birikim 348
0 Yorumlar