Ulusların Düşüşü’nden Yapısal Reform Çıkarsaması


Son günlerin trend konusu “yapısal reformlar”. İşler görece “iyi” giderken sadece durumun farkındaki iktisatçılarla az sayıdaki (gerçekten çok az) siyasetçi tarafından seslendirilen “yapısal reform” gerekliliği, ekonominin aşağı doğru pike yaptığı şu zamanlarda hızla günlük dile yerleşmekte. Bunun iyimi yoksa kötümü olduğu kavramın içinin nasıl doldurulacağıyla ilgili.

Genel olarak yapısal reform kavramı içerisinde hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, demokratik bir ortam, beşeri sermayeyi zenginleştirmeye ve kuvvetlendirmeye dönük kaliteli ve bilimsel eğitim, kadın işgücünün sosyal ve ekonomik hayata katılımı, gençlerin bağımsız ve eleştirel düşünebilmelerinin yolunun açılması gibi sosyal politik konular ile büyümenin ithalâta bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi, vergi sisteminin dolaylı vergilere dayalı olmaktan çıkarılıp dolaysız vergilere ağırlık veren bir yapıya dönüştürülmesi, enerji faturasının azaltılması için gerekli tasarruf önlemlerinin alınması[i] gibi ekonomik başlıklar sıralanır.
Bunlar kavramın içerisini dolduran doğru başlıklar. Ama bunların “neden gerekli” olduğu kısmı, güncel politik hay huy arasında çok da konuşulmuyor kanımca. Konuşulmayınca da yapısal reformun “gereklilik” kısmı, sanki bir parça zayıf kalabiliyor.

Bu boşluğa yönelik bir okuma önerisi, Daron Acemoğlu’nun “Ulusların Düşüşü[ii]” kitabı olabilir. Bende bu yazıda Acemoğlu’nun tezini, gene kitaptan örneklerle aktarmaya çalışacağım.

Acemoğlu öncelikle toplumsal ilişkileri düzenleyen kurumları “kapsayıcı” olanlar ile “sömürgeci” olanlar şeklinde ayırıyor. “Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme konusunda çoğunluğun kaynaklarının azınlık tarafından sömürülmesi amacıyla yapılandırılan ve mülkiyet haklarını korumayı ya da ekonomik faaliyet için teşvik sağlamayı başaramayan sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir. En azından asgari ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmış sömürücü kurumlar genellikle bir miktar büyüme sağlamayı başarırlar. Fakat asıl can alıcı olan, sömürücü kurumlara dayalı büyümenin iki önemli nedenden ötürü sürdürülebilir nitelikte olmamasıdır. Birincisi, sürdürülebilir ekonomik büyüme yenilik gerektirir; yenilik ise ekonomik alanda eskiyi yeniyle değiştirirken aynı zamanda siyasetteki mevcut güç ilişkilerini de istikrarsızlaştıran yaratıcı yıkımdan ayrıştırılamaz. Sömürücü kurumlara hâkim olan elitler yaratıcı yıkımdan korktukları için ona direnirler; sömürücü kurumlara dayalı her büyüme kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. İkincisi, sömürücü kurumları ellerinde tutanların toplumun sırtından büyük çıkar sağlayabilmesi, sömürücü kurumlara dayalı siyasal iktidarı uğrunda pek çok grup ve bireyin mücadele ettiği hayli gıpta edilen bir konum haline getirir. Bu da sömürücü kurumlarla idare edilen toplumları siyasal istikrarsızlığa itecek büyük güçlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.”

Elbette “Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar” kendiliklerinden ya da eşyanın tabiatı gereği oluşmazlar. Bunun için hem toplum içerisinde kök salmış, güçlü ve farklı ekonomik, sosyal ve siyasal çıkarları savunan kurumsal yapılaşmalar gerekli hem de bu güçlü ve farklı yapıların toplumsal ayrışmaları bir çatırdamaya götürmesini engelleyecek kadar güçlü bir merkezi devlet yapısı gerekli.

“Çoğulculuk ve kapsayıcı ekonomik kurumlar arasında yakın bir ilişki olduğu açıktır. Fakat anlaşılması gereken asıl önemli nokta, Güney Kore ve Birleşik Devletler’in kapsayıcı ekonomik kurumlara sahip olmalarının nedeni yalnızca çoğulcu siyasal kurumlarının olması değildir; aynı zamanda yeterince merkezileşmiş ve güçlü devletlerinin olmasıdır. Tezat oluşturan çarpıcı bir örnek, bir Doğu Afrika ülkesi olan Somali’dir. İlerde göreceğimiz gibi, Somali’de siyasal güç çok uzun zamandır toplumun geniş kesimlerine dağılmış bir haldedir; neredeyse çoğulcu denilebilecek bir biçimde. Somali kurumları gücü geniş kesimlere yaymaktadır, fakat kimin ne yaptığını kontrol edip müeyyide getirebilecek gerçek bir otorite yoktur. Toplum ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kuramayan taban tabana zıt klanlara bölünmüştür. Bir klanın gücünü sınırlayan tek şey yalnızca diğerinin silahlarıdır. Bu güç dağılımı kapsayıcı kurumlara değil kaosa yol açtı ve bu durumun temelinde Somali devletinin en ufak bir siyasal merkeziyete ya da devlet merkeziyetine sahip olmaması; ayrıca ne ekonomik faaliyeti ve ticareti desteklemek ne de yurttaşlarının temel güvenliğini sağlamak için asgari düzeyde bile olsa bir hukuki düzen oturtamaması yatıyor.”

Sanayi Devriminin neden İngiltere’de başladığını ve ardından Batı Avrupa’nın da bu gelişmeyi sahiplenirken Ortadoğu ve Asya’nın neden geri kaldığını da aynı kuram çerçevesinde açıklıyor Acemoğlu!

“Aslına bakılırsa siyasal merkeziyet süreci bir mutlakıyet biçimine yol açabilir; çünkü kral ve yandaşları toplumdaki diğer güçlü grupları ezebilirler. 3. bölümde gördüğümüz gibi, aslında devletin merkezileşmesine muhalefet edilmesinin nedenlerinden biri de budur. Yine de, bu kuvvetin aksine, devlet kurumlarının merkezileştirilmesi Tudor İngilteresi’nde olduğu gibi başlangıç aşamasındaki bir çoğulculuk biçimi için de talep doğurabilir. Siyasal kurumlardaki bu gelişmeler toplum doğasındaki diğer büyük değişimler çerçevesinde cereyan etti. Özellikle dikkate değer olansa, monarşi ve siyasal elite baskı yapabilen grupların genişlemesine yol açan siyasal çatışmanın büyümesiydi. Bunların en önemlisi, sonrasında İngiliz elitinin ardı ardına halk ayaklanmalarıyla sarsılacağı 1381’deki Köylü İsyanı’ydı. Siyasal iktidarın yeniden bölüşümü artık basitçe kral ile lordlar arasında değil, aynı zamanda elit ile halk arasında gerçekleşiyordu. Bu değişiklikler kralın yetkilerindeki sınırlandırmalarla birlikte mutlakıyet karşıtı geniş tabanlı bir koalisyonun ortaya çıkmasını mümkün kıldı ve böylelikle çoğulcu siyasal kurumların temellerini attı.”

“Neolitik Devrim’in dünyanın bu bölgesinde ortaya çıkmasını sağlayan Ortadoğu’nun coğrafyası değildi; ayrıca Ortadoğu’yu fakirleştiren de coğrafyası değildi. Bunun nedeni Osmanlı İmparatorluğu’nun genişleyip güçlenmesiydi ve bugün Ortadoğu’nun fakir kalmasının nedeni de bu imparatorluğun kurumsal mirasıdır.

Burada incelikle okunması gereken bir detay var, Acemoğlu, geri kalmış ülkelerin geri kalmışlıklarının sebepleri arasında bir zamanlar sömürge olmuş olmalarının altını defalarca çiziyor. Ama devamında, eski sömürge ülkelerin bağımsızlıklarını kazandıktan sonra ki tercih ve yönelimlerinin de altını çiziyor. Buna göre, sömürgeci güce direnen ve bağımsızlığını kazanan ülke iki seçenekle karşı karşıya kalıyor: Biri, toplumu ve yeni devleti, kapsayıcı kurumlarla donatmak, diğeri ise merkezi devleti güçlendirip diğer her yapıyı güçsüzleştirmek, karar sürecinden koparmak, yani sömürgeci devlet kurumlarını bu kez yeni devlet için işletmek! Bugünün geri kalmış ya da gelişmekte olup da orta gelir tuzağına takılıp kalmış ülkelerine bakarsak, çoğunun bağımsızlık sonrası kurumsallaşma süreçlerinin, eski sömürge dönemin kurumlarını varetmeye devam etmek üzerine geliştiğini söyleyebiliriz.

Öte yandan bir de farklı yönelimler ve önermeler de var tabi. Planlı dönemde ekonomik anlamda ciddi başarılara imza atmış Sovyetler Birliği ya da bugün tüm gücü tekeline toplamış Komünist Parti kontrolündeki Çin’in on yıldır devam eden büyümesi!

“Bugün Çin’in ekonomik kurumları 30 yıl öncesine kıyasla karşılaştırılamayacak ölçüde daha kapsayıcı olsa bile, Çin deneyimi yine de sömürücü kurumlara dayalı büyümenin bir örneğidir. Çin’deki büyüme, yakın dönemde yeniliğe ve teknolojiye verilen öneme rağmen yaratıcı yıkıma değil mevcut teknolojilerin hayata geçirilmesine ve hızlı yatırıma dayanıyor. Sovyetler Birliği sömürücü ekonomik kurumlar ve sömürücü siyasal kurumlarla büyüme yakaladı; çünkü bir merkezi komuta yapısı sayesinde kaynakları zorla sanayiye, özellikle de silah ve ağır sanayiye tahsis etti. Böylesi bir büyüme, geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatabilmek için bir dereceye kadar makuldü. Yaratıcı yıkım bir zorunluluk olmadığında sömürücü kurumlara dayalı büyüme daha kolaydır. Çin’in ekonomik kurumları Sovyetler Birliği’ndekilerden kesinlikle daha kapsayıcıydı fakat yine de siyasal kurumları hâlâ son derece sömürücüydü. Komünist Parti Çin’de mutlak güce sahiptir ve tüm devlet bürokrasisini, silahlı kuvvetleri, medyayı ve ekonominin büyük bölümünü kontrol eder. Çin halkının siyasal özgürlükleri sınırlıdır ve siyasal sürece katılımları çok düşüktür. Bugün, internet de dahil olmak üzere, partinin medya üzerindeki kontrolünün bir benzeri daha yok. Bunun büyük kısmı oto sansür sayesinde sağlanıyor; basın kuruluşları Zhao Ziyang’dan ya da hükümeti eleştiren, daha fazla demokratikleşme isteyen ve bu yüzden de bugün Nobel Barış Ödülü almış olmasına rağmen hâlâ hapiste çürüyen Liu Xiaobo’dan bahsetmemeleri gerektiğini biliyorlar. Partinin ekonomik kurumlar üzerindeki kontrolü nedeniyle yaratıcı yıkımın kapsamı son derece daraltıldı ve siyasal kurumlardaki radikal reformlara kadar da öyle kaldı. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, Çin’deki sömürücü kurumlara dayalı büyüme de büyük ölçüde teşvik edildi çünkü geri kalınmış pek çok alanda arayı kapatmaları gerekiyordu. Kişi başına düşen gelir Çin’de hâlâ Birleşik Devletler ve Batı Avrupa’daki rakamların çok altındadır. Elbette, Çin’deki büyüme Sovyetler’deki büyümeye kıyasla kayda değer bir çeşitlilik göstermektedir; yalnızca silah sanayiine ya da ağır sanayiye dayalı değildir. Ayrıca Çinli girişimciler de pek çok alanda büyük bir yaratıcılık sergilemektedir. Yine de bu büyüme, sömürücü siyasal kurumlar kapsayıcı kurumlara yol vermediği takdirde enerjisini yitirecektir. Siyasal kurumlar sömürücü kaldıkları sürece büyüme, tüm benzer örneklerde olduğu gibi, doğası gereği sınırlı kalacaktır. Kuramımızın altını çizdiği gibi, sömürücü kurumlara dayalı bu tip bir büyüme, özellikle belirli ölçüde bir devlet merkeziyetine ulaşmış toplumlarda muhtemeldir ve hatta Kamboçya ve Vietnam’dan Burundi, Etiyopya ve Ruanda’ya kadar çeşitli ülkeler için belki de en muhtemel senaryodur. Fakat kuramımız, sömürücü siyasal kurumlara dayalı tüm diğer büyüme örnekleri gibi bunun da sürdürülebilir olmayacağına işaret ediyor. Çin örneğindeki bu arayı kapamaya, yabancı teknoloji ithalatına ve düşük kaliteli, ucuz imalat ürünlerinin ihracatına dayalı büyüme süreci muhtemelen bir süre daha devam edecektir. Yine de Çin bir orta gelirli ülkedeki yaşam standartlarına ulaştığında büyüme muhtemelen son bulacaktır.”

Yazının başına, “Yapısal reformlar ‘neden’ gereklidir?” sorusuna dönersek; “Siyaset, bir toplumun kendini yönetecek kuralları seçtiği bir süreçtir. Siyasetin kurumları kuşatmış olmasının ise basit bir nedeni vardır; kapsayıcı kurumlar ülkenin ekonomik refahı için iyi olabilir fakat sömürücü kurumlar oluşturmak Kuzey Kore Komünist Partisi elitleri ya da sömürge Barbados’undaki şeker plantasyonu sahipleri gibi bazı insanlar ya da gruplar için daha kârlıdır. Kurumlar üzerine bir çatışma olduğunda sonuç siyaset oyununda hangi kişi ya da grupların kazandığına, kimin daha fazla destek bulabildiğine, ek kaynaklar elde ettiğine ve daha etkin ittifaklar kurduğuna bağlıdır. Kısaca, kimin kazanacağı, siyasal gücün toplumdaki dağılımıyla ilgilidir.” Eğer gerçekten böyleyse, yapısal reformlar, hem gücün toplumda belli kesimlerin elinde toplanmasını önlemek ve böylece farklılıkların dinamizmi ile yaratıcı yıkımın sağlıklı varoluşunu birarada sağlayabilmek, hem de güçlü bir merkezi devleti bir arada varedebilmek için gereklidir, diyebiliriz.


[ii]Ulusların Düşüşü, Daron Acemoğlu, James Robinson, 2013

Yorum Gönder

0 Yorumlar