Ak Parti’ye verdikleri söylenen destekle anılan ve tam da bu
yüzden her daim eleştirilen ve horlanan sosyal yardım alan kesimin aslında
nasıl ortaya çıktığına ilişkin yapılagelen tespitleri yukardaki alıntı bir
parça geneller sanıyorum. Her çeşit ötekileştirici ve yavan söylemleri bir
kenara bırakıp işin sosyolojik ve ekonomi-politik nedenlerini ortaya çıkarmaya
azmetmiş bir çalışma var; Denizcan Kutlu’nun derlemesiyle “Sosyal Yardım
Alanlar; Emek, Geçim, Siyaset ve Toplumsal Cinsiyet”.
Çalışma hem -ortak özellikleri demesek de-, “kendilerini”
bir anlamda “eğitimli” ve “yerleşik” gören, orta ve orta üst gelir grubuna
dâhil kesimlerden kimilerinin “sürekli” “eleştirilerinin” neden temelsiz ve
sadece bir kahvehane sohbeti kıvamında olduğunu ortaya koyarken bir yandan da
devlet (yani toplum) kaynaklarıyla sosyal yardım dağıtan iktidardan kimselerin
de “yardım karşılığı oy” beklentilerinin çok da beklendiği ve düşünüldüğü kadar
karşılığının olmayabileceğine de işaret ediyor.
Yukardaki alıntı “Türkiye’de
2000’lerde mülksüzleşme temelinde yaşanan geniş işçileşme süreci”ne işaret
ediyordu. Yani bir yandan AB süreci kaldıracıyla yurtdışından –benzer
klasmandaki ülkelerle karşılaştırıldığında mütevaziden hallice ama Türkiye’nin
alışkın olduğunu tutarlarla karşılaştırıldığında iyice- tutarlarda kaynakların
geldiği, iktidarca da -her sektörden çok- desteklenen inşaat sektörü
aracılığıyla değerlenen arsalara dayalı sermaye birikimiyle piyasada dolaşan
–ve bölüşüme giren- paranın çoğaldığı yıllar. Bölüşüme girdiği için neredeyse
hemen herkesin bir “pay” aldığı, aldığı için de Ak Parti’ye ekonomi üzerinden
yapılan eleştirilerin pek tutmadığı, muhalefetin “laiklik” üzerinden kendini
var kıldığı, silahlı bürokrasinin arada vesayet hatırlatması yaptığı ama
geleneksel sağ seçmenin neredeyse blok halinde Ak Parti’ye oy verdiği zamanlar.
İnsan, o zamanki muhalefet, yukardaki gibi çalışmalara dikkatli bir özenle
eğilseydi şu an farklı zamanlarda olurduk belki demeden edemiyor ama Engels’in
dediği gibi, “tarihte her ne olmuşsa, başka türlü olamadığı için öyle
olmuştur.” Yani bir anlamı yok.
Alıntının hissedilir soğukluğu, şeytanın ayrıntıda gizli
olacağı gerçeğini unutturmamalı. 2000’lere kadar bu ülke insanlarının
“mülksüzleşme” sorunları pek de yoktu dersek iddialı gelmesin, çünkü 2000’lere
kadar yaşanmış iç nüfus hareketlerinin hemen hepsinde göç edenler bir şekilde
mülklenmişti. Kısaca 1950’lerde, 70’lerde, 80’lerde ve 90’larda yoğun yer
değiştirmeler –ki büyükçe kısmı Trakya, Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu ve son
olarak da Güneydoğu’dan çıkıp başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere ya da
sanayisi olan batı şehirlerine doğru. Çıktılar, gidecekleri yere gittiler, ama
satın alarak ama hazine arazisine, gecekondularını yaptılar, mahalleleştiler
vs. Yani sonunda mülklendiler. 2000’lerde ise durum değişti, o zamana kadar
Anayasal barınma hakkına ilişkin pek de bir şey yap(a)mayan, yap(a)mayınca da
–bari- yapılmışa pek de “kızmayan” devletin bakışı, 1999 depremiyle değişmek
zorunda(!) kaldı. Gecekondular riskli olunca oluşan boşlukta toplu konut,
oradan konut ve lüks konut –rantıyla beraber- inşaat sektörü himaye edilesi
kadar popüler oldu. Bir ara memleketin taşını toprağını sahiden altın eden
inşaat sektörü, pump yapan arsa maliyetlerini çoğu taze göçmen olan ucuz işgücü
ile dengelemeye gidince ve emek yoğun sektörlerde de benzer gelişmeler paralel
yaşanınca, toplumun bir kesimi “devredilemeyen, sonlandırılamayan yoksulluk”
(s. 26) girdabına yakalandı. Aslında yapısal bir sorunun sonucu ve çıktısı olan
bu kesim de sosyal yardımlarla ayakta kalmaya çalıştı ve çalışmakta.
Bir başka açıdan, belki de, sosyal yardımlar, yardımı
alanlardan çok, yardımsız ama kararınca yaşayabilen orta/yeni orta sınıfın
takdir ve oy teveccühünü artırıyordur daha çok. Öyle ya, sosyal yardımlar
olmazsa bu kesimin “yüklerinin” kendi üstlerine kalacağını ve
‘yoksullaşmalarına’ neden olacağını bildiklerini düşünmemek için bir neden yok
sanki. Bir de, sosyal yardımların ‘koridor’ etkisi de önemli olmalı. Bu
haliyle, ‘devlet güçlüdür’ genel kabulünün çürüdüğü alan olarak görülebilir
sosyal yardımlar. Devletin gücü daha çok, yardım alanların ‘kanaat etmesini’
sağlamada var olmakta çünkü.
Metropol yerellerinde iç göçün yansıması ‘hemşeri(ci)lik’
örgütlenmelerinde somutlanıyor. Bu tip yan yana gelişler, ayrı veya yakın
mahallelerde gecekondular oluşturma –birbirine sahip çıkma, yerelin -kuşak
değiştirmiş- asli unsuru oldukça da dernekleşme şeklinde bir takip zincirini
içeriyor. Yerelin ‘güçsüz devlet’ kaynaklı imar/mülkiyet, iş/geçim sorunlarının
bir parçası ve çözüm kanalı haline geliyorlar ama aynı zamanda orta sınıflaşmış
olmanın da etkisiyle muhafazakâr partilerle etkileşimli ve onlar üzerinden de
siyasal iktidarlarla ilişkili oluyorlar.
Bir diğer –ama kalıcı olmayan- örgütlenme biçimi de,
sorunların aleyhlerine çözülme ihtimallerinde ağırlıklı gündeme gelen mahalle
temelli dernekleşmeler oluyor, yıkıma / kamulaştırmaya karşı vb.
(Yoksullar / sosyal yardım
alanlar) mutsuzlaşarak Hegel’i, öfkelenerek Nietzsche’yi çağırmaktalar. İlki
burjuva aydınlanmasının güdüklüğünü, ikincisi ise umarsızlığını ve
dermansızlığını yansıtmaktadır.
En önemli hususlardan biri, SYA’ların, devlet tarafından ‘çalışmamaya
meyilli, tembel’ olarak nitelendirilmesi ve SY programlarının bu anlayış
etrafında şekillendirilmesidir. Daha da ötesi bu anlayışın toplum tarafından da
kabul görüyor olmasıdır.
Devlet 2000’li yıllar sonrasında ‘doğru’ bir yaklaşımla SYA’ları
istihdam edilmeye yönlendirme yönünde çalışmalar başlatmıştır. Ancak bu
çalışmaların ne kadar doğru uygulandığı tartışmalıdır. Gerek meslek edindirme
kurslarının, gerekse işe yerleştirme amaçlı yönlendirme yapması istenen
danışmanların yetersizliği, zaten varolan yüksek işsizlik oranlarıyla bir araya
geldiğinde, gerçekleşen tek uygulamanın İşkur ile kendi yerelindeki sosyal
yardım danışmanı çalışanı tarafından ‘çalışabilir’ diye nitelendirilen SYA’ın
işe başlama eğitim programı vs. adı altında bir işyerinde düşük ücretli, SGK
pirimi İşkur’ca karşılanan, süreli/güvencesiz ve çoğu durumda vasıfsız
çalışması olmuştur. (s.56)
Yoksulların çalışmadıkları için yoksul oldukları, çalışırlarsa
yoksullukyan kurtulacakları anlayışı, ülke gerçekleriyle uyuşmamaktadır. (s.74)
Küresel Güney’de ustalaşma sürecinin izleri, neoliberal
ekonomi-politika uygulamalarının öncesine dayanmaktadır. Kalkınma (ve
modernleşme) sürecinde geçimlik köylüler ücretli işçiye dönüşürken, yeni
proleterleşen işçilerde görülen eğilim, formel ücretli emek içerisinde yer
alamamak biçiminde gerçekleşmiştir. Tüm bu anlatılar kapsamında düşünüldüğünde,
sermaye için nasıl emek üretileceği şeklindeki sorun alanından, emek için nasıl
geçim üretileceği sorun alanına doğru bir kaymadan söz etmek mümkündür. (s.83)
Yaygın kanının aksine, sosyal yardımlar, yardım alanları –kendi
istekleri dâhilinde- işgücü piyasası dışında kalmaya yönlendirmemekte; ancak
yer yer sigortasız çalışmayı kabule yol açmaktadır. Dolayısıyla sosyal
yardımlar, yardım alanların işgücü piyasası ile kurduğu ilişkiyi kesintiye
uğratmayıp, kurduğu ilişkinin niteliğini belirleyen bir etkide bulunmaktadır.
(s.94)
İktidarın son birkaç aydır ülkeyi “ucuz işgücü maliyetli”
üretim üssü (Çin modeli ya da ucuz ihracata dayalı TEM) haline getirme
politikasının altyapısının –diğer bütün faktörlerde havada kalıyor olsa da- en
azından bu bağlamda ‘kısmen hazır’ olduğu düşünülebilir. ASPB’nın birkaç ay
önce bir soru önergesine verdiği yanıt, SYA’ların altı milyonu aşkın haneye
ulaştığını ortaya koymuştur. Bu kabaca 6 ile 9 milyon arası çalışabilir işgücü
anlamına gelebilir. Buraya kadar yazılanlardan ve aktarılanlardan yola
çıkarsak, bu 6 ile 9 milyonluk işgücünün ciddi bir kısmı için ‘kabul
edilebilir’ olacaktır.
SY’lara ilişkin temel eksiklerden biriside konunun doğrudan
bir yasasının olmayışı, farklı yasalarla çerçevelenmesi ve kimi ‘muhtaçlık’
başlıkları altında farklı yasa ve mevzuat içerisinde yer alıyor olması, kimi
başlıkların ise sadece idarenin inisiyatifine bırakılmış olmasıdır. Bu durum
hem alanın düzgün tarif ve işleyişine engel oluşturmakta hem de sosyal yardımı
idari uygulamada tanımları belli, yargının denetimine açık bir hak tanımından
çıkarıp siyasal bir partinin –devlet/kamu imkânlarıyla- yürüttüğü bir işlev
haline gelmesinin yolunu açmaktadır.
Sosyal yardımları, sosyal
yurttaşlık zemininde sosyal hakların oluşumuna dönük temsil ve pazarlık
ilişkileri içerisinde toplu istemlerin ardından kazanılmış ve devlete karşı
ileri sürülebilen bir hak olmaktan kaynaklı olarak yaptırıma dayalı bir yasal
hak temeli olan bir uygulama; yardım alanları da sosyal devlete karşı bir hak
iddia eden sosyal hak sahib yurttaşlar olarak görmek olanaklı gözükmemektedir. Böylelikle,
yardım alanların, temsil ilişkilerinden arındırılmış, kamudan istem potansiyeli
zayıflatılmış, yararın içeriğine dönük pazarlık olanağı yok sayılmış,
dolayısıyla sosyal ‘yurttaşlık statüsü adeta sona ermiş’ bireyler ya da
bireyler toplamı olarak, sosyal haklar rejimine içerildiğini söylemek
mümkündür. (s.124)
…yoksulluğun, çok boyutlu ve
kuşaklararası miras olarak alınabilecek bir sosyal risk olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, yoksulluğa yönelik dolaysız müdahale biçimlerinin, diğer
sosyal politika araçları (kamu harcamaları, vergileme, piyasa müdahale
araçları, işsizlik sigortasını da kapsayan sosyal sigortalar, sosyal hizmetler)
ile birlikte yürütülmesi koşuluyla başarılı sonuçlar verebileceğini
söyleyebiliriz. (s.188-189)
Muhafazakâr toplumda sosyal yardım, verenin sadakası / zekâtı,
alanın ise “şükrü/minnettarlığı” ile karşılanmalı anlayışı hâkimdir. Bu anlayış
hem “hak” olgusunu zedeler hem de “veren/alan”ın sosyal statülerini belirler.
Geleneksel toplumsal cinsiyet normlarına
ilişkin kabullerin sosyal politika ve uygulamalara taşınması, kadınların sosyal
yardımlar aracılığıyla ev içi işlerin yegane sorumlusu olarak görülmesinin
devamına yol açmaktadır. Kadınların rollerinde herhangi bir dönüşüm yaratma
amacı taşımayan yardımların, kadınların yaşamlarında dönüştürücü, güçlendirici
ve özgürleştirici bir karşılığı bulunmamaktadır. Aksine, birer lütufmuş gibi
sunulan bu yardımlar, kadın yoksulluğunu hafifletmediği gibi kadınların bağımlı
konumlarını ve cinsiyetçi işbölümünü de pekiştiren bir nitelik taşımaktadır.
Yararlanıcıları olan kadınlarda değersizlik duyguları oluşmasına yol açan
yardımları, kadınları hak sahibi yurttaşlar olarak gören sosyal politika
uygulamaları olarak tanımlamak da tüm bu nedenlerle bir yanılsama olmaktan
öteye geçmemektedir. (s.205)
Sosyal psikoloji literatüründe öz
saygı düzeyinin ölçümünü ve düzeyini belirleyen bireysel özellikler farklı
araştırmacılarca ortaya konmuştur. Yüksek öz saygı düzeyi ile bağdaştırılan
davranışlar; ‘başarılı olma isteği’[1]; ‘iyimserlik,
sosyal yönden bağımsız, etkin, girişken, yaratıcı, araştırmacı, yeni fikirlere
açık, sevecen, sorumluluk sahibi olmak’[2]; ‘kendisine
saygı duymak, toplumda değerli bir kişiliğe sahip olma hissi, yeni durumlarla
karşılaşmaktan çekinmeme’[3]
olarak kabul edilmektedir. (s.209)
Diğer yandan düşük öz saygıya
sahip olma belirtileri ise yukarıda ifade edilen özelliklerin olumsuzlanması
olarak da düşünülebilir:
·
Kendisini
kabul etmeme, kendisini küçük görme, kendi benliğini reddetme, kendisine saygı
duymama, doyumsuzluk (Rosenberg)
·
Aşağılık
duygusuna sahip olma, kendisine güveni olmama, utanma, kaygılı, ürkek,
inançsız, pasif olma (Cooper-Smith)
·
Çekingen
davranma, başarısız olma kaygısı, reddedilme korkusu, içine kapanık, bağımlı,
önyargılı olma. (Wells ve Marwell). (s.209)
My rating: 5 of 5 stars
View all my reviews
0 Yorumlar