Türkiye Yolunu Ararken

7 Haziran seçimi, HDP’nin beklenmeyen ölçüde oy alması ve barajı aşmasıyla bugünkü “şaşırtan” sonuçları ortaya koydu. Şimdi hergün, Ak Parti-MHP, olmadı Ak Parti-CHP, arada Ak Parti-HDP ve sanki HDP’ye “emaneten” oy verenlerce bir parça daha istekle, CHP-HDP-MHP koalisyonları kurup duruyoruz.

Bu arada, her gün yayınlanan bu tip haberlerin içerisine kiminde “doğal olarak” oluşan, kimindeyse ustalıkla yerleştirilmiş bir “saptama” var. Buna göre, meclise girmiş bütün partiler aslında ortaya çıkan sonuçtan hoşnutsuz ve parti çıkarları onlara “yeniden erken seçimin gidip kendileri için daha iyi koşullarda meclise gelmeyi” öğütlüyor. Ama Türkiye çıkarları bununla zıt ve hemen bir –koalisyon- hükümetinin kurulması yani ülkenin hükümetsiz kalmaması gerektiği yönünde.

7 Haziran seçimi sonuçları sonrası yayınlanan neredeyse her haber, içerisinde bir “hükümet modeli” niyeti –ve yönlendirme çabası da- taşıyor. Bunların ne kadarının habercinin ve editörünün “safhane” iyi niyetinden, ne kadarının yayın kuruluşunun algı operasyonundan kaynaklandığı konusu ilginç bir çalışma olurdu. Ama kimi zaman Ak Parti’ye, kimi zamanda muhalefete yakın duran medyalarda ortaya çıkan bu durum, ülkenin en önemli sorununun “hükümetsiz kalmamak”olduğunu gitgide daha güçlüce ortaya koyar ve algıyı bu yönde oluştururken, bir bütün olarak “Türkiye’nin yönelmesi gereken politikalar” kısmı gitgide arka planda kalıyor.

O yüzden ben bu yazıda tersini yapmak istedim. 7 Haziran sonuçlarını milat alıp da “şimdi ne yapacağız?” sorusunun yanıtını aramak yerine, ülkenin genel gidişatının ve buna yönelik tepkilerin ortaya koyduğu bir 7 Haziran sonucu üzerinden, seçmenlerin beklentilerini anlamlandırmaya çalıştım:

1-Ak Parti’nin 10 yıldan fazla iktidar olması ve 7 Haziran’a kadar girdiği her seçimde oyunu arttırması! Son birkaç yıl hariç bunun oldukça rasyonel nedenleri var. Dünya genelindeki ekonomik resesyonla baş etmeye çalışan gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının parasal genişleme politikalarının da etkisiyle ülke içinde iyi giden ekonomik gelişme ve artan refah, artık savaştan yorulmuş X kuşağı ile yükselen refah ortamında yetişmiş ve doğal olarak bunu tehlikeye atacak bir savaşı hiç istemeyen Y kuşağını “rahatlatan” çözüm süreci, ilaveten Ak Parti hükümetlerinin yerel belediyeler üzerinden ve kendi teşkilat organizasyonlarını da etkin kullanarak gerçekleştirdiği sosyal yardım çalışmalarıyla merkezi hükümet üzerinden gerçekleştirdikleri sağlık vb. uygulamalar yoluyla yükselen refahtan faydalanan tabanı oldukça genişletmedeki becerileri ve AB’ye katılmaya hevesli reform çizgileri söz konusuyken ve muhalefetin tam aksi söylemine rağmen görünür olabilmiş hemen hemen kimsenin yaşam tarzına yönelik faal bir müdahalede bulunmazken, oylarını her seçimde arttırmaları neden garip olsun ki!

2-CHP’nin bir türlü alternatif olamaması! Ak Parti’nin onca yıllık reformcu çizgisine karşın, halkın yakın zamana kadar “yahu nerede? Nasıl?” diye elinde fenerle aradığı bir “yaşam tarzımıza müdahale ediyor” argümanına sarılıp durması, yanında çözüm sürecine hep bir mesafe koyup, Ak Parti’nin bir adım önüne geçebileceği “anadilde eğitim hakkı” gibi konularda bile “çocuğun yararı(!)” gibi abuklamalar sayıklamadaki ısrarı. Her hareketiyle “biz” eskiden daha iyiydik, hadi o günlere dönelim” ısrarındayken, nasıl olsun, neden olsun!

3-MHP’ye ilişkin pek fazla söylenecek bir şey yok ama Bahçeli’nin liderliğinde, ülke dinamiklerini aslında fena anlamadığını ortaya koyan genel anlamda uzlaşmacı bir çizgideki parti yönetiminin, bu çizgiyi geleneksel jargonuyla pek de dillendirememenin çelişkisini ve gerilimini yaşamakta diyebiliriz. Halk “umut”tan kesilmedikçe uzamayacak ve maalesef kısalmayacaktır.

4-Hep aynı oranlarda “sıkışmış” Kürt Hareketi! Kürtlerin, Kürt siyasal hareketine yönelik bağlılık ve saygılarını anlamlandırmak zor değil. 30 yıllık savaşta 50 binlik kayıptan ve bunun 40 binin Kürtlerin kaybı olduğundan bahsediyorsak, kabaca 3 milyon 500 bin Kürdün, ailesinden ya da yakın akraba kaybından söz ediyoruz demektir. Öte yandan Kürtlerin tümü için dünya görüşlerini homojen kabul etmemiz için bir neden yok. Esasen bu topraklarda kök salmış tüm siyasal akımların Kürtler arasında da bir karşılığı var. Yüz yıla yaklaşan bir süredir “uğradıkları baskılara karşı savaşan” Kürt siyasal hareketine saygı ve sempatileri bir yana, hareketin her ilke ve çıkışının tümü açısından kolaylıkla benimsenir olmadığını ve kendisine yakın görüp, yakın durabileceği başka başka siyasal yaklaşımlarında olabileceğini de buradan anlarız. Marksist bir ekolden gelip silahlı mücadeleye girişen PKK’nın savaşının sonucu olarak kuvvetle açığa çıkan “kimlik” önceliğinin genişlettiği alanda serpilen legal silahsız siyasal partiler, son tahlilde seküler modernist bir çizgi üzerinde ilerlerken, muhafazakar Kürtlerin, kimliklerini yadsımayan ve savaşın da durmasından yana olduğunu söyleyen Ak Parti’yi oylarıyla desteklemelerinde bir gariplik olmaz.

Bu dört maddelik kısa girişlerin, ülke genelindeki politik satrancın oyuncularının bir dönem ki, tabiri caizse konuşlanışlarını tariflediği ama söz konusu olan insan toplulukları olunca bu satrancın bir “pat” halinde sonuçlanmasının mümkünde olamayacağını anlattığını sanıyorum. O halde aynı sıradan devam edelim:

1-Ak Parti’de oy kaybı başladı! Çünkü bir kere dünya genelindeki resesyonla baş etmeye çalışan gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının ve özellikle de FED’in ortaya koyduğu parasal genişleme politikalarının sonucu olarak ülkeye giren dış kaynakları kötü kullandılar. Bu kaynaklarla katma değeri yüksek ve uluslararası piyasalarda ticari karşılığı olan üretimleri teşvik ile bunun için gerekli yapısal reformları yapmak yerine, inşaat sektörünün önünü açmayı tercih ettiler. Bu seçim, özellikle yerel yönetimlerdeki siyasal etkilerini de kullanarak kısa zamanda hızlı sermaye birikimini -ve bu birikimin önünü açmış siyasal gücün yönlendiriciliğinde- ortaya çıkan refahın bir kısmının geniş tabana yayılmasını sağladı ama nihayetinde uluslararası ricarette karşılığı yoktu ve dış kaynağın gün olup da biteceği gerçeği yaklaştıkça, bir kalkınma adımı olmaktan çıkıp kalkınmaya ayak bağı olmaya başladı. Tabi bu arada, herşeyin iyi gittiği dönemlerde parti içerisinden (ve hükümetten) ciddi teveccüh gören bu inşaat misyoner hareketinin, etkili kişilerle de ayrıca akçalı girmiş olabilme ihtimallerinin, bir ekonomik kalkınma seçeneği olmaktan çıkmaya başladıkları son dönemde bu ayak bağının oldukça sıkı olabileceği gerçeğinin de altını çizmek gerekir.

İşte bu, halkın her zamanki gibi siyasetçiden önce sezdiği “ekonomik gidişat yakın gelecekte bozulacak sanki” öngörüsü, artık taraftarlarıyla arasına doğrudan fikir alışverişini zedeleyen başka başka unsurlarında girdiği son zamanlarda yeni konsolidasyon stratejilerini gerekli kılan bir durum yarattı ki, o ana kadar iktidar mevkilerini paylaşmış görünen Ak Parti içi koalisyonların bir anda günyüzüne çıkan birbirlerine giriş hallerini ve bu iç çatışmanın dış tezahürü olarak bir yandan on yıl çatıştığı eski devlet mekanizmalarıyla (onlara çektirdiklerinin “faili ve sorumlusunun” şimdi dönüp çatıştığı “kendi diğeri” olduğunu ilan ederek) yeniden yakınlaşmasını ve nihayetinde Gezi üzerinden estirdiği (ve halen de “lider” tarafından devam ettirilen) nobranlığı görmek gerekir.

Ama durum şu ki, onlarca yıldır “darbe dahil siyasete müdahale için her yolu mübah gördüğü hemen her kesimden insanca artık bir aksiyom haline gelmiş silahlı devlet bürokrasisinin aslında hiç de öyle olmadığı, sadece bir kumpasa geldiği bilgisi (tüm o soruşturmalar sırasında yaşanmış bütün o ‘doldur sepete’ durumlarına rağmen) ne kadar flu duruyorsa, Gezicilerin ve sonrasında da “yolsuzluk” kayıtlarının da göründüğü gibi olmayıp aslında darbeci ve darbe tezgahı olduğu bilgisi(!)de o kadar flu duruyor. Günlük yaşamında, onca yıldır cebelleştiği bürokrasiye bir de parti içinden beslemeler yapıldığını gören ve yaşayan, aynı zamanda son on yılda artmış refahının huzur içinde kavgasız gürültüsüz tadını çıkarmak isteyen sıradan yurttaşın, bunu başka türlü okumasını ve komşusunun aslında onu bu refahından etmeye yeminli gizli bir darbeci olduğuna inanmasını gerektirecek ortada somut bir şey de yok zaten.

Burada kısa bir paragraf girişi yapıp, “öyleyse ‘lider’ nasıl oldu da halk oylamasıyla ve yüzde 52’yle 1 numara oldu?” sorusuna kısa bir cevap olarak bir örneği hatırlatayım. Bu toplum, 1982’de darbe liderini “1 numara” yapan anayasayı yüzde 92’yle onaylayacak ve hemen ardından da darbecilerin veto etmeye çalıştığı bir partiyi tek başına iktidar yapacak kadar pragmatist bir gerçekçiliğe sahiptir. (İkincisinin yolu birincisinin kabulünden geçiyordu).

2-CHP hala alternatif olamadı! Uzun uzun tekrara gerek yok, o hala aynı okumaya devam ediyor, durum da onun için aynı olmaya devam ediyor.

3-MHP! Tepkisellik üzerinden varolmaya devam.

4-Kabuğunu kıran Kürt hareketi! Durumu en iyi –ve verili durumda en hayırlı- okuyan o. Tüm çabalara rağmen hala savaşı yeniden başlatmamakta ısrarlı. Üstelik Ak Parti’nin, kendini konsolide etmek adına Kürt hareketini itmeye çalıştığı “kimlik” eksenli mücadeye döndürme çabalarına, tüm kimliklerin birlikte ve tüm ülkede silahsız (acısız ve refaha dönük) mücadelesi gibi olağanüstü bir dönüşümü başlatarak cevap verdi. Suriye’de ve Irak’ta sünni besleme iktidarlarla etki alanını genişletme hayali kuran Ak Parti’nin, buralarda işler istediği gibi gitmedikçe hırçınlaşması ve ülke ve dünya genelindeki algısı “ipini koparanlardan teşekkül” IŞİD gibi yapılara desteğe kadar işi vardırması, “lider”in “Kobani düştü düşecek” derken ki müstehzi ifadesiyle birleşince, o zamana dek Ak Parti’yi desteklemiş muhafazakar Kürtlerin de onayıyla tüm dengeleri bozan bir adımı atıverdi.

Sonuç olarak; tüm yazı kendi sonucuna varıyor aslında. Ak Parti’yi onca sene tek başına iktidarda tutan halkın talepleri ve beklentileri bellidir. Bu talep ve beklentiler de bir insanın sıradan günlük yaşamının basitliğinde gizlidir; ekonomik refahın artması, bundan daha da paylanması ve kavgasız gürültüsüz, huzurlu bir yaşam.

7 Haziran’da seçmen bunu söylemiştir. Gerisi teferruattır. 7 Haziran’ı başlangıç alıp senaryolar üretmek ise düpedüz manipülasyondur.

Yorum Gönder

0 Yorumlar