Bilgilenme Hakkı – Devlet Sırrı –Mahkumiyet

Can Dündar ve Erdem Gül’ün, “Mit tırları” diye bilinen habere ilişkin açılan davada yargılanmaları ve sonucunda “devlet sırrını ifşa”dan ceza almaları, davaya konu olayın gelişimi ve olası bilinirlik ihtimalleri hesaba katıldığında, devletin dışa karşı güvenliğinden çok, iktidar açısından iç kamuoyuna dönük etkilerinden dolayı iktidar tarafından istenmiş bir ceza olduğunu düşündürtmekte.

Şöyle ki; Türkiye’den, dünya politikasında şu ya da bu derece söz sahibi tüm devletlerin sürekli ilgisi ve gözlemi altında olduğu şüphesiz olan Suriye’ye yönelik bir eylemin bilinmeme şansı sıfırdır, bu durumda bunun bilinmesinin ya da bilinmemesinin kendisi için bir anlam ifade edeceği taraflar, doğrudan iktidar ile yönetilen topluluktan ibarettir.

Burada da iç kamuoyunun bunu bilmesinin nasıl bir sonuç üreteceği öngörüden uzaktır, (en azından kısa vadede böyledir, nitekim şimdi biliniyor). Bu yüzden bu daha çok, mevcut iktidarın, topluma dönük “itaat” beklentisinin dışına çıkması, beklenen/arzu edilen “itaat” haline zarar verme potansiyeli nedeniyle bu derece öfkeli bir tepkiyle karşılanmıştır.

Aslında bununda temelinde çok farklı ve birbirleriyle ilişkileri çelişkili diyebileceğimiz politik konumlanışlar vardır. Bu birbirinden farklı ve sürekli yer ve belli ölçülerde taraf değiştirebilen konumlanışların, üzerinde tüm bu tarz manevraları yapabildiği alan ise esas itibariyle kamuoyudur. Buradaki kamuoyu tanımı ise ülke kamuoyundan dünya kamuoyuna kadar genişlemekte ve halen mevcut bağımsız devletlerin iktidar mekanizmalarını da, bu kez politikayı fiilen üretenler olarak ayrı bir paralellikte birbirleriyle ilişkilendirmektedir ki biz buna kısaca diplomasi diyebiliriz. Diplomatik teamüllere göre ise devletler, haberdar oldukları konulara ilişkin bilgilerini genelde ortalığa sermezler, o an itibariyle içinde yer aldıkları konjonktüre göre davranırlar, bazen sızdırırlar, bazense bildiklerini kulaktan kulağa fısıldayıp pozisyonlarını beslemeye çalışırlar. Ama bu zaten beklenen bir davranıştır ve fiili eylemi gerçekleştirmiş ülke iktidarının da bu durumu önceden öngördüğünü ve olası sonuçlara ilişkin hazırlıkları zaten yapmış olduğunu varsaymak yanlış olmaz. İşlerin böyle yürüyor olmasının nedeni ise basitçe, bu tarz bilgileri edindiği anda resmi değiştirmeye muktedir asıl gücün kamuoyu olmasıdır.

Kamuoyunu oluşturan insan toplulukları içinse bu ayrıntı tamamen siyasaldır ve bu siyasallığın tonlamaları her rengi kapsar. Böylesi bir bilginin açığa çıkması, bu farklı renkli algılara sahip topluluklarca vatana ihanetten, iktidarın yozlaşmışlığına kadar çok farklı anlamalara yol açabilir. Ama insanlık tarihinin bugüne kadarki birikimi ve ülkelerin kamuoylarının, bilişim çağının ve küreselleşmiş ekonominin sonucu olarak bir dünya kamuoyu haline gelmekte oluşu, esasında bu farklı anlamlandırmaları ve farklılıktan kaynaklı çatışmaları “devlete koşulsuz tâbi olma ve itaat etme” hali ile “devleti topluma tâbi kılma” hali algısı etrafında yürütmekte, bu ise bizi “şeffaflık mı?” yoksa “kapalılık mı?” tartışmasına götürmektedir.

1606 ila 1607 yılları arasında Venedik Cumhuriyeti ile Papalık arasında yaşanan Interdict krizinden[i], günümüzde Wikileaks ve Edward Snowden (ve son olarak da Panama Belgeleri) vakalarına kadar her fiili durumun motivasyonunu bu temel tartışma içerisinde görmek mümkündür. Dündar&Gül davasının ortaya çıkışı, kamuoyunca algılanış farklılıkları, iktidarın tavrı ve mahkemenin kararı da toplamda bu tartışmanın içerisindedir. Şöyle ki; Dündar&Gül ve bunun bir haber olduğunu, gazetecinin görevini yaptığını ve kamuoyunun bilme hakkı olduğunu savunanlar; kamuoyunun bilme hakkına çok da vurgu yapmadan doğrudan habere konu eylem üzerinden iktidarı sorumsuzlukla suçlayanlar; gene kamuoyunun bilme hakkına değinmeksizin, iktidarın yaptığını, güçlü bir iktidarın ülkenin genel çıkarı için yapılması gereken olarak yorumlayan ve buna karşı çıkışı “ihanet” olarak niteleyenler; ve son olarak da olayı, iktidarın “bilme” izni vermediği halde toplumun bilgisine sunma ve bu yüzden de “itaate” karşı gelme olarak algılayanlar.

Tarafların algısal konumlanışları aşağı yukarı böyledir ve burada hükümetin konumlanışı ise olay açısından üçüncü, Dündar&Gül’e dönük tavır açısından ise dördüncüye denk gelmektedir.

Bu yazının sonuç kısmını, C. Akça Ataç’a bırakalım!

Bilgiye erişim hiç şüphesiz ki güçsüz olanın ya da gücünü korumak isteyenin kendisini erklendirme aracıdır. Özellikle savaş döneminde devletlerin bilinçli bir şekilde büründükleri sessizlik halinin karşısında “dünya meselelerini “ daha da çok konuşmak isteyen bir kesimin (ya da kesimlerin-EK) belirmesi doğaldır. Devletin gizlilik ve iletişimsizlik istediği dönem boyunca bu durum arzulananın aksine devlet meseleleri ile ilgiliğ yapılan yayınların sayısında artışa ve iletişim yöntemlerinin çeşitlenmesine neden olmuştur. Bugün de devletlerin iç ve dış politikada şeffaflığı tercih etmelerinin gereği benzer bir bağlamda ele alınmalıdır. Devletler ne kadar kapalı olurlar ve hükümetler kamu denetimini ne kadar dışlarlarsa, erişime sokulmayan bilgileri kamuoyuna sızdırma girişimleri (ve kamuoyunun her ne şekilde sızdırılmış olursa olsun bu bilgilere ilgisi-EK) de o kadar artacaktır.[ii]

[i] Venedik Cumhuriyeti ile Papalık arasında 1606 ila 1607 yılları arasında yaşanan Interdict krizinde Venedikli yöneticiler Papalık ile görüşmelerinde kendi lehlerine olan gizli oturumları halka sızdırırken, durum aleyhlerine döndüğünde bilgi akışına hiçbir şekilde müsaade etmeyerek içlerine kapanmışlardı. Yönetimden bilgi alma talepleri karşılık bulmayan halk, duvar graffitilerinin de dahil olduğu çok çeşitli iletişim yöntemleri denemişti. Sonunda 1619 yılında Papalık ile görüşmeleri yöneten Venedik Büyükelçisi Ottaviano Bon, kendine emanet edilen resmi belgeyi (relazione) sızdırarak Venedik Cumhuriyeti’nin arzu edilenden çok daha olumsuz koşullarda bir barış anlaşması imzalamakta olduğunu ortaya çıkarmıştır.

[ii] Bilgi Edinme Hakkı, Şeffaflık, Sivil Toplum ve Hackerlar; Doğu-Batı Sayı 69; 2014.

Yorum Gönder

0 Yorumlar