Hollanda Krizi ya da sütten çıkmış Ak kaşık mı?

Yeni krizimizi önceki günden beri orasından burasından tutup anlamaya çalışıyoruz gibi bir halimiz var ülkece. Bu arada ortaya serilenler de konuşan hangi taraftansa o tarafı haklı çıkarmaya yarıyor gibi algılanıp güme gidiyor.

Birincisi, Ak Parti hükümeti zamanında yurtdışı temsilciliklerde siyasi propaganda yapmayı yasaklamış. Dönemin Başbakanı Erdoğan imzasıyla  22 Ocak 2008 tarihinde TBMM Başkanlığı’na, 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’da değişiklik öngören tasarı gönderildi. Kanunlaşan değişikliğin 94. maddesinin ilgili fıkrası şöyle: ‘Yurtdışında, yurtdışı temsilciliklerde ve gümrük kapılarında her türlü propaganda yasaktır.’ Peki neden? Yasal düzenlemenin altyapısını hazırlayan ve kendisi de dönemin Yurtdışı Türkler’den de Sorumlu Başbakan Yardımcısı olan Cemil Çiçek, ‘propaganda yasağı’nın getirilişinin gerekçesini ‘Bizim 155 ülkede vatandaşımız vardı. 154 ülke bir yana Almanya bir yana. Çünkü en çok orada vatandaşımız var. Almanya, bizim vatandaşlarımızın oy kullanmalarına uzun bir süre olumlu bakmadı. Türkiye’deki siyasi tartışmaların kendi ülkelerine yansımasını istemiyorlardı. Biz de gurbetçilerimizin oy kullanmalarının önündeki engelleri kaldırma, bu işi kolaylaştırma, rahatlatma adına ‘propaganda yapılamaz’ fıkrasını ekledik’ diye açıklıyor.”[1]

Yani ortada Avrupa ülkelerinden gelen bir hassasiyet var ve hükümette o hassasiyeti dikkate almış. Peki, iki gün sonra seçime gidecek Hollanda’da iktidardaki Liberal hükümeti yıkabilecekmiş gibi görünen aşırı sağcı bir parti varken ve üstelik o partinin bu tip girişimleri “Tanrının kendisine bir lütfu” gibi göreceği de belliyken neden aynı hassasiyet gösterilmez?

Avrupa’nın bir “aşırı sağ” hastalığı olduğu biliniyor.[2] Ve bu aşırı sağında özellikle göçmenler ve İslamofobi’den beslendiği de herkesin malumu. Bu aşırı sağ partilerin iktidara geldikleri ülkelerde göçmenlere karşı kimi yaptırımlarda bulundukları ve bu yüzden o ülkelerde ki göçmenlerin büyük bir kısmının, sırf bu yüzden sol partilere oy verdikleri de bir vakıa. Yani bu işin bir bedeli olacaksa eğer, ilk ödeyecekler gene o ülkelerde yerleşmiş (ve önceki akşam Hollanda’da ki Türk Konsolosluğu önünde toplanan) TC vatandaşları olacak.

Tabi buraya kadar yazdıklarım, bu işin tek suçlusunun Ak Parti hükümeti ve Erdoğan olduğu anlamına gelmesin. Belki daha fazlası Avrupa ülkelerinin, kendi “aşırı sağ” hastalıklarıyla başetmek için en az onlar kadar hastalıklı yöntemlere bel bağlamış olmalarından kaynaklı. Bu Türkiye’yle göçmen anlaşması yaparken de böyleydi, Hollanda’nın son tavrında da böyle.

Velhasıl, gerim gerim gerilmekte olan bir dünyada yaşıyoruz ve Avrupa aşırı sağından (bir yönüyle Avrupa’nın “aşırılar” haritasına Türkiye’yi de yerleştirmek gerekiyor belki) Trump’a kadar (İngiltere’nin brexitini de not edelim), bu gerilimden beslenenler gitgide sahnede daha çok yer kaplamaya başlıyor. Cüsseleri “şimdilik” o kadar olmasa da göçmen anlaşmasında da gördük ki cürümleri daha fazla da olabiliyor. Ve bu aşırıların dünyaları, bugünün teknolojisine, internetine, küreselleşmiş ekonomisine ve gitgide küreselleşmekte olan kültürlerine bakarak “küçüldüğünü” düşündüğümüz dünyadan daha büyük olmalı, çünkü tüm dikkat ve algılarını sadece kendi ülkelerinin içine çeviriyorlar.

Bu uzun vadede hiçbirimize faydası olmayacak, aksine zararı olacak bir yönetim tarzı. Ama uluslararası hukukta, halen insan değil devlet merkezli (yani devletlerarası) olduğuna göre, sonuçları yakın/orta/uzak vadede gene hepimizin başına patlayacak bu yönetim beceriksizliklerinin hesabını sadece sandıktan sandığa sorma şansımız olacak. Orada da pek uzun soluklu düşünüp karar vermediğimiz (Avrupa ve ABD için de) ortada.

Bu kadar hızla entegre olmakta olan bir dünyaya bu kadar ayrı ayrı devlet, fazladır belki de.

[1] Saygı Öztürk, Sözcü Gazetesi, 13 Mart 2017 tarihli yazısı

[2] http://www.hurriyet.com.tr/avrupanin-asiri-sag-haritasi-40095380

Yorum Gönder

0 Yorumlar